UÇAKLARIN KİRLETTİĞİ DÜNYADA KUŞLAR ÖLÜYOR
“…Uyan anne, uyan baba
Sadece senin değil dünya
Bugün doyurup da
Yarınımı aç bırakamazsın…”
Nil Karaibrahimgil
Başlık Eko İklim Zirvesi’nden… Sanayileşme ve gelişmenin getirdiği ağır faturanın özeti. Sorumlusu olmadığımız halde cezasını çekmeye mahkum olduğumuz bir durum… Evet teknoloji devrimi, devasa fabrikalar, savaş uçakları, ekonomik göstergeler üzerinden okuduğumuz dünya; bir büyük tehlike ile karşı karşıya. Yaşanan bölgesel felaketlerden, savaşlardan ve kıtlık tehlikesinden farklı olarak “iklim değişikliği” tüm dünyanın sorunu. Ortak bir çözüm bulunamaz ise kirleten ve kirletmeyen ayrımı yapmaksızın, hepimizi yutacak boyuta ilerliyor… Bu konunun ilk adımı ise “farkındalık oluşturmak”. Zira kimse farkında olmadığı bir sorunla baş edemez. Bu konunun teorik ve pratik olmak üzere iki boyutu var. Ve tüm gelişmeler bir hukuki alt yapı ile desteklenmek ve sağlamlaştırılmak zorunda… Ulusal ve uluslararası sistemin kendini kayıtladığı ve taahhütte bulunduğu bir sisteme geçmesi yönünde adımlar atılıyor ancak yine en büyük engeli, en çok kirletenler çıkarıyor… Bu yazımızda dünyanın maruz kaldığı bu soruna -Ankara’da düzenlenen iştirak etme imkânı bulduğum Ekonomi ve İklim Değişikliği Zirvesi programında gördüklerim ve dinlediklerimde de yola çıkarak- değinmek istiyorum.
Karbon salınımı
İklim değişikliği; BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinde (UNFCCC) “karşılaştırılabilir bir zaman döneminde gözlenen doğal iklim değişikliğine ek olarak, doğrudan ya da dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan etkinlikleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik” olarak tanımlanmış durumda. Bunun en somut durumu: Karbon salınımı ve atıklar… Dünyanın ısınması, buzulların erimesi ve doğurduğu iklim değişikliklerine neden olan başat faktör karbon salınımı. 19. yüzyıldan itibaren kömürle çalışan sanayi araçlarının kullanılmasıyla birlikte, atmosferdeki sera gazı yoğunluğu da artıyor. Sera gazlarının atmosferin iç yüzeyini kaplayıp, güneşten gelen ışınların geri yansımalarını engelleyerek dünya üzerindeki sıcaklığı artırması dünyamızı bir “sera” ortamına dönüştürdü. Buna bağlı olarak sıcaklık arttı. Buzullar erimeye başladı. Bu da iklim değişikliğini meydana getiriyor. Son dönemdeki kontrolsüz sanayileşme, devamlı artan enerji ihtiyacı, artan şehirleşme, ormanlık alanların azalması, nüfusa paralel olarak çoğalan hayvancılık faaliyetleri ve nihayet kontrol edilmeyen sera gazı salınımı en büyük nedenler… Karbon salınımı gezegenimizi bekleyen tek tehlike değil elbette. Bunun yanında okyanuslara karışan plastik oranı, artan nüfusla birlikte hızla yükselen enerji ve gıda tüketimi de dünyayı bekleyen diğer tehlikeler arasında… Son dönemdeki pandemi sebebiyle artan paket ve maske atıkları ise işin cabası!
Daha önce iklim değişikliğinin meydana getirdiği “göçmenlik” meselesini ele alırken ülkesi sular altında kalma tehdidi altına olan Maldivler Devlet Başkanı Muhammed Naşid’in “Başkalarının saldığı karbonun bedelini hayatlarımızla ödüyoruz. Yeryüzünden silinmekten korkuyoruz” sözünü okumuştum. Sanırım BM’de yaptığı bir konuşmada bunları söylemişti. Ve tüm dünyaya temel soruyu da sormuştu: Gerçek fail kim? Avrupa Komisyonu ve Hollanda Çevre Değerlendirme Ajansı’nın son verilerine göre dünyayı en çok yıllık 10.5 milyar ton karbondioksit salınımıyla Çin kirletiyor. Çin aynı zamanda dünyada insan eliyle karbon salınımının yaklaşık üçte birine sebep oluyor. Listenin zirvesine baktığımız zaman sanayi üretimin yüksek olduğu gelişmiş ülkeler göze çarpıyor. Çin’i 5 milyar tonu aşkın emisyon oranıyla Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 3,5 milyar ile Avrupa Birliği (AB) ülkeleri takip ediyor. Listenin başlarında -sırasıyla- Hindistan, Rusya, Japonya, Almanya ve Güney Kore var. Karbon salınımına en çok sebep olan sektörler ise uluslararası deniz ve hava taşımacılığı… Dünyada sanayisi gelişmiş olmayan ülkeler bu anlamda neredeyse hiç kirletmiyor diyebiliriz. Türkiye’de fazla kirleten ülkeler arasında değil. Bu durum dünyayı kaplayan bu krizde, bir avantaja dönüşmeye müsait…
Uluslararası arena
Artan emisyon değerleri, çevre kirliliği, iklim değişikliği problemleri önce akademik çalışmalara ve araştırmalar konu oldu. Sonrası uluslararası organizasyonların dikkatini çekti. İlk olarak, 1979’da Cenevre’de 1. Dünya İklim Konferansı düzenlendi. Sonrasında Rio’daki Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda “İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC)” imzalandı. Bu sözleşme; havadaki karbon emisyon değerini iklim değişikliğini ve çevre kirliliğini önleyecek bir düzeyde tutmayı hedefliyordu. Bunun kontrolü içinde her yıl taraf devletlerin bir konferansla bir araya gelmesini sağlıyordu. Bu konferanslar kapsamında, 1997’de Japonya’da Kyoto Protokolü imzalandı. Ancak protokol ancak 2005’de Rusya’nın protokolü kabul etmesi ile yürürlüğe girebildi. Ülkemiz 2009 yılında bu protokolü iç hukuku haline getirdi. Kyoto Protokolü’nün en dikkat çekici önlemi, gaz salınımı düşürme yükümlülüğüdür. Protokol, sanayileşmiş ülkelerin karbon emisyonu oranlarını 2008-2012 yılları arasında yüzde 5 oranında azaltmasını istiyordu… 2015 yılında Paris Anlaşması, 2021 yılındaki COP26 bu alandaki önemli dönüm noktalarıdır. Hepsinde temel amaç ülkelere ödevler yükleyerek kirlilik ve salımın oranlarını geri çekmelerini taahhüt altına almaktır. Bu konuda AB’nin en güncel ve önemli metni “Ufuk 2020 Programı Yeşil Mutabakat (Green Deal) Çağrısı” olmuştur. Bu çağrıya göre hedef; 2050 yılına kadar Avrupa kıtasını iklim nötr hale getirmektir. Yani, net sıfır karbondioksit (CO2) emisyonu durumu oluşturmak. Bu ancak bir takım dönüştürücü politikalar geliştirmek, araştırma-geliştirme ve yenilik projeleri yoluyla hayata geçebilecektir…
İklim değişikliği ve Türkiye
Türkiye 2010 yılında “Türkiye’nin iklim değişikliği kapsamındaki ulusal vizyonu, iklim değişikliği politikalarını kalkınma politikalarıyla entegre etmiş; enerji verimliliğini yaygınlaştırmış; temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttırmış; iklim değişikliğiyle mücadeleye özel şartları çerçevesinde aktif katılım sağlayan ve yüksek yaşam kalitesiyle refahı tüm vatandaşlarına düşük karbon yoğunluğu ile sunabilen bir ülke olmaktır” şeklinde hedef belirledi. 2011 yılında Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planını (UİDEP) kabul etti. UİDEP; Türkiye’nin iklim değişikliğiyle küresel mücadele kapsamında temel amacını şöyle özetlemektedir: “…insanlığın ortak kaygısı olan iklim değişikliğini önlemeye yönelik uluslararası taraflarla işbirliği içerisinde, tarafsız ve bilimsel bulgular ışığında ortak akılla belirlenmiş küresel çabalara, sürdürülebilir kalkınma politikalarına uygun olarak, ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar prensibi ve Türkiye’nin özel şartları çerçevesinde katılmak…” Bu çerçevede adımlar atılmaya başlandı. Ülkemiz, “İklim Değişikliği” ifadesini Bakanlık nezdinde örgütleyen neredeyse ilk ülkelerden biri oldu. Çevremizin ve doğanın korunmasını sağlamak ve iklim değişikliği etkileriyle mücadele etmek üzere 2021 yılında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı olarak yeniden yapılandırılmış ve Çölleşme ve Erozyonla Mücadele ve İklim Değişikliği Başkanlığı, bu bakanlık bünyesinde kuruldu. Yine bu bağlamda yenilenebilir enerji konusunda açıklanan muafiyet ve destek paketleri son dönemde güneş ve rüzgâr enerjisinden elektrik üreten faaliyetler kapsamındaki yatırımları arttırmıştır. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı eliyle tüm ülkede bin 500’den fazla yüksek hızlı şarj istasyonu kurulmasına yönelik çalışmalara başlanıyor olması, elektrikli yerli araba projesi, yerel yönetimlerin atık dönüşüm tesisleri ve enerji tesisleri kurması yönündeki girişimleri, “yeşil kalkınma”, “yeşil güç” ve nihayet “yeşil kentleşme” yaklaşımları siyasi olarak atılan önemli adımlar…
Eko-iklim zirvesi
Devletlerin bir araya gelmesi, Türkiye’nin bu konudaki adımları uluslararası ve ulusal siyasi belirlemelerdir. Bir konunun yaygınlaşması ve farkına varılması için temel nokta “sivil” alanda “bilinir” olmasından geçiyor. Bu noktada önemli bir adım olan Ekonomi ve İklim Değişikliği Zirvesi; bakanların, büyükşehir belediye başkanlarının, yabancı devlet başkanlarının, kent konseylerinin, üniversitelerin, basının ve sektörle ilgili olan firmaların katılımı ile gerçekleşti… Zirve aynı zamanda bir fuardı. Bir yandan teorik bilgilerin akademisyenlerin ve uzmanların konuşmaları, öbür taraftan uygulamanın içindeki yöneticilerin aktardıkları ve iklim değişikliğine uyumlu projeler geliştiren firmaların tanıtımları bir araya gelince ortaya “iklim değişikliği farkındalığı” adına önemli bir görev ifa edilmiş oldu. Bu zirveden iklim konusunun ekonomik bir yönünün olduğu ortaya koydu. “İklim Değişikliği” durumuna karşı “Yeşil Dönüşüm” mottosunu 7’den 77’ye herkese anlattı ve gösterdi… Küresel düzenlemelere entegre olan bu yaklaşıma uygun olarak doğru ve hızlı biçimde hazırlanmak, iklim değişikliği ile mücadele parametlerinin ekonomiye etkisinin en aza indirilmesi için ortak akıl oluşturmak bu zirvenin en önemli çıktısı olacak… Zirve, dünyanın ilk ekonomi ve iklim değişikliği fuarına da ev sahipliğini yapmış oldu. Bu ilk adımın Ankara’dan atılması çok önemli. Ancak bu farkındalığı arttırmak ve yaymak sivil toplumun ve yerel yönetimlerin ödevi haline gelmek zorunda…
Kriz ve fırsat arasında!
Zirve aslında kriz olarak sunulan iklim değişikliğinin bir fırsata dönüştürülmesi noktasında önemli bir dönemeç. Konuşmacılarının neredeyse tamamının üzerinde durduğu üç konu var: “Biz kirletmedik ve gerçek failler belli”, “Türkiye az kirlettiği için toparlanması bu aşamada kolay”, “Devlet bu yönde teşvikler ortaya koyup irade belirledi, şimdi sıra sivil toplum ve iş dünyasında” … Birçok büyükşehir belediyesinin yaptığı sunumlarda “yeşil enerji”, “yeşil dönüşüm” ve buna uygun kentleşme konusuna yaptıkları vurgu çok önemliydi. Yine su başta olmak üzere kaynakların kullanılması konusunda getirilen tedbirler, iklim değişikliği alanında kurulan birimler, sanayi hammaddenin geri dönüşümden sağlanmasını hedefleyen tesisler ve gösterilen sıkı denetim uygulamaları çok önemliydi. Ve dinlediklerimden şöyle bir sonuç çıkardım: Türkiye karbon salınımı noktasında kontrol edilebilir ve geri çevrilebilir bir düzeyde, hızlı davranılırsa “karbon nötr” bir ülke olabiliriz. Bunun bir adım ötesine geçip sadece yiyecek anlamında değil üretilen birçok ürün noktasında “organik üretim” yapan bir ülkeye dönüşebiliriz. Mesela ulaşımda bisiklet tercih edilmeli. Ancak her şehir buna uygun değil bunun uygun hale getirilmesinin yanında, yokuş çıkarken veya kullanırken güneş enerjisi ile kendisini şarj edebilen ve kullandıkça şarjını yenileyebilen “pedal destekli bisikletlerin” üretilmesi gerekiyor. Yine temizlik ürünlerindeki zararlı ve inorganik maddeler yerine doğal ürünlerin kullanıldığı bir üretim biçimine geçilmeli… Son olarak ifade etmek isterim ki birtakım kavramların Türkiye’deki belirli bir ideoloji veya gruba hasredildiği dönemleri aşmalıyız. İklim, yeşil dönüşüm kavramları bu ülkenin topraklarında, yaşayış biçiminde, din ve toplum anlayışında var olan değerler… Bunları hatırlamamız yeterli aslında. İklim değişikliğine karşı yeşerecek değişim ve dönüşümün en güzel iklimi Türkiye’de! Ankara’daki zirve bunu çok güzel özetledi…. Annelerin ve babaların uyanmasının vakti geldi. Çocuklar ve gençler zaten durumun farkında…
cuneydaltiparmak@yahoo.com